Tasavvufun kaynağı ve dayanağı Kur'an-ı Kerim ve sünnet-i seniyyedir. Kur'an-ı Kerim'de zikredilen murakabe, muhasebe, tövbe, inabe (Allah'a dönme), muhabbet, tevekkül, rıza, teslimiyet, zühd, sabır, isar (başkasını kendisine tercih etme), sıdk (doğruluk), mücahede, nefse ve hevaya muhalefet etmek ve bunların dışındaki diğer makam ve haller, tasavvufun konuları ve meseleleri arasındadır.
ihsân makâmı, her zaman ve her mekânda O’nunla olmak, O’nun huzûrunda olmak demektir. Cibrîl Hadîsinde îman ve İslâm’ın şartlarının sayılmasından sonra ihsan kavramının işlenmesi son derece anlamlıdır. Demek ki îman ve İslâm’ın kemâle ermesi ihsan makâmını yaşamakla mümkündür. İhsan olmazsa îman ve İslâm eksik kalacaktır. Bunun için mü’min ve Müslüman olanların ihsan makâmına erebilmek için gayret etmeleri gerekir. Her amelde ihsan makâmını yaşamak önemlidir. Bunun için de mü’minliği ve Müslümanlığı güzelleştirmek lazımdır. Yerinde sayan bir mü’minlik değildir İslâm’ın istediği. Müslüman, Müslümanlık kalitesini artırmak için gayret eden kimsedir.
Tabiinin sahabilerle olan hali, sahabilerin Peygamber Efendimiz (Sallallahu aleyhi vesellem) ile olan hali gibiydi. Onlardan sonra gelen tebeut-tabiinin hali de böyle oldu. Günümüze kadar da böyle süregeldi.
Hicri birinci asırda tasavvuf ilminin tedvin edilmesine (kaleme alınmasına) ihtiyaç duyulmadı. Zira bu asrın halkı, Allah Resülü (Sallallahu aleyhi vesellem)ile irtibatları yakın olduğu için tabiatları gereği takva ve vera' ehli, mücahede erbabı, ibadete yönelen kimselerdi. Bu sebeple onlar, Resül-i Ekrem'e (Sallallahu aleyhi vesellem)tabi olma hususunda birbirleriyle yarış ve rekabet içerisindeydi. Dolayısıyla onları tasavvufu başlı başına bir ilim olarak tedvin etmeye sevkedecek bir şey yoktu. Çünkü bunu fiilen yapıyorlardı. Onlar, arap dilini büyüklerinden tevarüs yolu ile elde etmiş, nazım, şiir, lugat, gramer gibi arapça kaideleri öğrenme ihtiyacı duymadan fıtrat ve tabiatında bulunan meleke ile güzel ve fasih şiirler yazabilen saf araplar gibiydi.
Böyle kimselerin nahiv ilmi ve belagat dersini öğrenmesi de gerekmezdi. Zira nahiv ilmi, lugat ve şiir kaideleri dil hatalarının ortaya
çıktığı ve anlatımın zayıf olduğu zamanlarda gerekir. Yahut bu ilimler, arap olmayıp arapça'yı anlamak ve öğrenmek isteyen bir kimse için gerekli olur.40
Zaman geçip insanlık ihtilafa düşünce, kalpler (manen) zayıflayınca, faziletli davranışlar, salih ameller azalınca, bid'atlar zuhur edip din için endişe edilmeye başlanınca Allah Teala, kullarından bir taifeyi İslam akidesini korumak için muvaffak kıldı. Onları Ehl-i sünnet ve'İ-cemaat'in önderleri yaptı. Onlar, Ebü'l-Hasan el-Eş'ari ve Ebü Mansür el-Matüridi ile onlara tabi olanlardır (rahmetullahi aleyhim) Yine Hak Teala, fıkıh konusunda da İslam şeriatının hükümlerini muhafaza etmek için bir taife belirledi. Onlar da dört mezhep imamı ve onlara tabi olanlardır (rahmetullahi aleyhim)
Üçüncü bir topluluk da kalplerin makamlarını korumayı ve gaybı bilen Allah'a kalpleri usulünce ulaştırmayı üstlendi. Onlar da süfilerin imamlarıdır. Onların başında Şeyh Zünnün-i Mısri ve İmam Cüneyd-i Bağdadi (kuddise sırruhüma| gelir. Bu imamların hepsi esas ve usullerini Kur'an ve Sünnetten almıştır. Hiçbir halde Kur'an ve Sünnet'in dışına çıkmamışlardır. Onlar Allah Resülü'nün (sallAllahu alevhi vesellem) getirdiği iman, İslam ve ihsan gibi dinin ana hatlarını beyan etmişler, açıklığa kavuşturmuşlar ve sınıflandırmışlardır. Allah Teala onları bütün hayırlar ile mükafatlandırsın.
İmam Kuşeyri (kuddise sırruha) şöyle buyurmuştur:
Tasavvuf ismi sahabe-i kiram (radıyallahu anhüm) zamanında yoktu. Onlar sahabe diye isimlendiriliyordu. Zira sahabe isminden daha faziletli bir isim yoktu. Bu nedenle onlara sahabe denildi. Hicri ikinci asra gelindiğinde sahabe ile arkadaşlık yapan kimselere tabiin ismi verildi. Tabiin bu ismi en şerefli isim olarak görüyorlardı. Onlardan sonra gelenlere ise tebeu't-tabiin denildi.41
İbrahim Fasih Haydari (rahmetullahi aleyh) şöyle buyurmuştur:
Süfi ismi, Resülullah (Sallallahu aleyhi vesellem) zamanında yoktu. Bazılarına göre bu isim, tabiin zamanında ortaya çıktı. Kimine göre ise, hicretin 200. yılından sonra ortaya çıktı.42
İbn Hacer el-Heytemi (rahmetullahi aleyh), İmam Sühreverdi'nin (kuddise sırruhü) bu ismin ortaya çıkma vakti hususundaki sözünü özet olarak şöyle nakletmiştir: Bu isim, Resülullah (Sallallahu aleyhi vesellem) zamanında yoktu, tabiin zamanında vardı. Nitekim Hasan-ı Basri'nin (kuddise sırruhu) şöyle dediği nakledilmiştir: Tavaf alanında bir süfi gördüm ve ona bir şey (bir miktar para) verdim. O da bana, Yanımda bana yetecek 4 devanik para var dedi. Buna benzer bir şey de Süfyan-ı Sevri'den kuddise sırruhu) gelen şu sözdür: Şayet Ebü Haşim es-Süfi (kuddise sırruhu) olmasaydı, riyanın inceliklerini bilemezdim.43-44
Ehi-i sünnet içerisinde kendisine süfi ismi verilen ilk kişi, Ebü Haşim es-Süfi'dir (kuddise sırruhaj. Hicri 150 (767) yılında vefat etmiştir. Hafızlardan olan Haşim el-Evkas ve Salih b. abdullah el-Celil'in vasfettiği gibi zahidlerden olup, güzel konuşur ve şiir okurdu.
Tasavvufu ilk defa tarif ve şerheden kişi, İmam Malik'in (rahmetullahi aleyh) talebesi Zünnün-i Mısri'dir kuddise sırruh). Tasavvufu ilk defa (genişçe) şerheden, kısımlara ayıran ve yayan kişi ise Cüneyd-i Bağdadi'dir (kuddise sırruhü)45
39 Müslim,İman,1 (nr.8)
40 abdülkadir İsa, el-Hakaik ani't-Tasavvuf, s. 22
41 bk. Kuşeyri, er-Risale, 1/34
42 İbrahim Fasih Haydari, el-Mecdü't-Talid fi Menakıbı Hazreti Mevlana Halid, s. 16.
43 Devanik kelimesi danik kelimesinin çoğuludur. Danik, basılmış gümüş paradır. Kabuğundan soyulmuş, içi dolu, başı ve uzun tarafı kesilmiş sekiz arpa tohumu ağırlıgındadır. 0,468 grama tekabül eder (Kal'aci - Kuneybi, Mu'cemü Lugati'i-Fukaha, 8. 183)
44 İbn Hacer el-Heytemi, el-Fetava'I-Hadisiyye, s. 234.
45 İbn acibe, el-Fütühat'1-İlahiyye, s. 13
BİR CEVAP YAZ