13 Aralık 2023, 22:13 tarihinde eklendi

Sufilerin mahiyeti

Sufilerin mahiyeti

Abdullah İbnu Ömer (r.a), Hz. Rasûlullah’ın (s.a.v) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:

“Her şeyin bir anahtarı vardır; Cennetin anahtarı da miskinleri ve fa­kirleri sevmekdir. Çünkü sabırlı fakir ve miskinler, kıyamet gününde Allahu Teâlâ’nın manevî huzûrunda oturup sohbet eden kimselerdir.”1

Rüveym demiştir ki:

Tasavvuf üç haslet üzerinde kurulmuştur:

1-    Dervişliğe sarılıp, fakirliğe (Allah’tan başka kimseye ihtiyaç duymama hâline) yapışmak.

2-     Malını infâk ve ihsân etmek.

3-     Başkasına bir şey arzetmeyi ve istemeyi terketmek.”

Cüneyd el-Bağdâdî’ye tasavvuf sorulduğunda:

“Tasavvuf; bütün alakalan keserek, Allahu Teâlâ ile beraber olman dır.” demiştir.

Ma’ruf el-Kerhî şöyle demiştir:

“Tasavvuf; gerçeklere yapışmak ve insanların elinde olan şeylerden ümidi kesmektir. Fakirliği ele geçirmeyen kimse, tasavvufu tam gerçek­leştiremez.”

Şiblî’ye göre, gerçek fakrın ne olduğu sorulduğunda:

“Kulun, Hakk’ın dışında hiçbir şeye ihtiyaç duymamasıdır.” demiştir.

Ebû Hüseyin Nûrî şöyle demiştir:

“Fâkirin (dervişin) sıfatı; yokluk ânında rahat olması, elinde olanı Hakk yo­lunda dağıtması ve ihsanda başkalarını nefsinden öne almasıdır.”

Sûfilerden birisi de demiştir ki: “Gerçek fakir; zenginliğin gönlüne girip fakirlik anlayışını bozmasından korkarak zenginlikten sakınandır. Nitekim zengin de, başına fakirliğin gelip zenginliğini mahvetmesinden korkmaktadır.”

Muzaffer el-Kırmısînî der ki:

“Fakir (derviş); Allah’a arz edilecek hâceti olmayan (hep O’nun zikriyle meşgul olan) kimsedir.”

Ebû Bekir el-Mısrî de fakiri (sûfiyi) şöyle ta’rif etmiştir:

“Fakir (sûfi); hiçbir şeye mâlik olmayan ve hiçbir şeyin de kendisine mâlik olmadığı kimsedir.”

Muzaffer el-Kırmısînî’nm “Fakir, Allah’a arzedilecek hâceti olmayan kim­sedir.” sözünün mânâsı şudur:

Fakir; Rabbine güveni ve itimadı tam olan kimsedir. O, Rabbinin, kendi hâlini en iyi bildiğini düşündüğünden; devamlı O’nun ibâdetiyle meşguldür. Bu durumda O’ndan birşey istemeyi fazlalık görür.

Meşâyıhın tasavvuf hakkındaki sözleri birbirinden farklı ve çeşitlidir. Çün­kü onlar değişik vakitlerdeki karşılaştıkları hallere işâret ederek, farklı ifâde­ler kullanmışlardır. Bir kısmını diğerinden ayırdetmek ve aralarındaki farkları bilmek için bir takım kâideleri bilmek lazımdır.

Bazen tasavvuf hakkında söylenen şeyler, fakirlik (dervişlik) hakkında da söylenir. Fakirlik hakkında söylenen pek çok şey tasavvuf için de söylenebi­lir. Çünkü, aralarında benzerlik mevcuttur. Bunun için, aralarını ayrdedecek bir açıklama gerekmektedir. Mesalâ; bazen fakr hakkındaki işâret ve beyan­lar, bir yönden zühdün mânasına ve muhtevâsına dâhil olurken, diğer yandan tasavvufun mâna ve muhtevâsına uygun düşmektedir. İşin başında olan mü- rid bunları birbirinden ayıramaz.

Biz deriz ki: Tasavvuf başka, fakr başkadır. Zühd başka fakr başkadır. Ta­savvuf, zühdden ayrı bir şeydir. Tasavvuf; fakrla zühdün mâna ve muhtevâ- sını toplayan bir isimdir. Bunlardan fazla olarak tasavvuf; kişinin sûfî olabil­mesi için fakrın dışında sahip olması gereken bir çok hâl ve sıfatları da içine alan bir isimdir.

Ebû Hafs el-Haddâd (k.s) demiştir ki:

“Tasavvuf, bütünüyle edebden ibarettir. Her ânın, her hâlin ve her makamın kendine göre bir edebi vardır. İçinde olduğu her vaktin edebi­ne riâyet eden kimse, Hakk erlerininin ulaştığı hâle ulaşır. Edebleri ko­rumayan kimse ise; her ne kadar kendini Hakk’a yakın zannetse de, esâ sen Hakk’tan uzaktır. İlâhî huzurda kabûl gördüğünü düşünse de, ordan tardedilmiştir.”

Yine Ebû Hafs demiştir ki:

“Zahirdeki edebin güzelliği, bâtındaki edebin güzelliğine işarettir. Çünkü, Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz, sağa sola bakarak namaz kılan bir kimseyi gör­düğünde:

“Eğer onun kalbinde huşû’ olsaydı, âzâları da huşûlu olurdu.”2 buyur­muştur.

Ebû Muhammed el-Cerîrî’ye, tasavvufun ne olduğu sorulunca:

“Tasavvuf; bütün güzel huylarla süslenmek, bütün çirkin şeylerden de çekinmektir.” demiştir.

Tasavvufun, güzel ahlâkın elde edilmesi ve çirkin şeylerden de el çekilme­si” şeklindeki mânası düşünülünce görülecektir ki, tasavvuf, zühdün ve fakrın üstünde bir ameliyedir.

Denilmiştir ki: “Bütün şeref ve değerine rağmen fakrın son mertebesi, ta­savvufun başlangıcıdır.”

Şam tarafındaki sûfîler, tasavvuf ile fakrı birbirinden ayrı görmezler ve derlerdi ki: Allah Teâlâ âyet-i kerimede:

“Sadakalarınızı, Allah yolunda çalışmaya koyulmuş fakirlere veri­niz.”[1] [2]buyurmuştur.

Bu âyette anlatılan özellik, sûfîlerin sıfatıdır. Bu yüzden Allah Teâlâ onla­rı “fakirler” diye isimlendirmiştir.

Tasavvuf ile fakrın arasındaki fark şöyle açıklayabiliriz:

“Fakir, fakr hâline iyice sarılmış, onun faziletine yakinen inanmış ve onu zenginliğine tercih etmiştir. O, fakirliğine karşılık olarak Allah neznindeki mükâ- faatı düşünür. Çünkü Allah Rasûlü (s.a.v) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur:

Ümmetimin fakirleri, Cennet’e zenginlerden yarım gün önce  gireceklerdir. Oradaki yarım gün dünyanın beşyüz senesi kadar­dır.”[3]

Fakirliğe karşılık olarak verilecek ebedî nimetleri düşünen kimse, fânî var­lıktan vazgeçer; fakra sarılır, aza kanaat eder. Öyle ki faziletini ve ahiretteki faydasını kaybederim diye fakirliğin gitmesinden korkar. Halbuki bu anlayış, gerçek sûfilerin yolunda sakatlığın tâ kendisidir. Çünkü böyle düşünen bir kimse, gözünü âhiretteki ücrete dikip, malı onun için terketmiştir. Gerçek sû- fî ise, eşyayı kendisine va’dedilen birtakım karşılıklar için değil, ancak; hâl ve makâmının gereği olarak (Allah rızâsı için) terkeder. Sufi, vaktinin adamıdır. (Tasavvufta bu hâle: İbnu’l-Vakt” denir). O hep önündeki vakitte gereken şeyle meşgul olur. Ayrıca, fakirin dünya hazlarını terkedip, fakirliğe sarılma­sı, kendisinin ihtiyâr ve irâdesiyle olmaktadır. Halbuki, kendi görüş ve irâde­siyle hareket etmek, sûfî için bir hastalıktır. Çünkü sûfînin eşyâdaki tasarru­fu, kendi tercihiyle değil, Allahu Teâlâ’nın irâdesiyledir.

Sûfî, bizzat fakirlikte ve zenginlikte bir fazilet görmez. O, fazileti, Cenâb-ı Hakk’ın kendisini muvaffak kıldığı ve yönlendirdiği hâl ve durumlarda görür. Girdiği işte, Allahu Teâlâ’nın bir izni (ve dolayısıyla rızâsı) olduğunu bilir. Ba­zen, Allahu Teâlâ’nın izninin zenginlikte olduğunu görür ve ona sâhip olur. Bu durumda faziletin zenginlikte olduğunu bilir. Sâdıklar, zenginliğe ancak, ken­dileri için o konuda İlâhî iznin bulunduğunu bildikten sonra girerler. Bu nokta, pek çok ayakların kaydığı ve ehli olmayanın boş iddialarda bulunabileceği bir durumdur. Bütün bu halleri ancak, ona ulaşanlar bilir ve anlatır. Şunu da ha­tırlatalım ki; bazen de bu hallere sâhip olmayanlar da, onlardan bahsederler.

‘Allah, helak olan apaçık bir delille helak olsun, yaşayan da apaçık bir delille yaşasın diye bunu yaptı.”[4] âyet-i kerimesi bu hâle işâret etmek­tedir.

Bu açıklamalardan anlaşıldı ki; fakr ile tasavvuf arasında fark vardır: Fakr tasavvufun esâsı ve kıvamıdır, fakat tamamı değildir. Bu yaklaşımı­mız; “Tasavvuf mertebelerine ulaşmanın bir yolu da fakirliktir.” anlayışı­na göredir. Yoksa; “tasavvufun mevcudiyeti fakirliğin varlığına bağlıdır.”

anlayışına göre değildir.

Cüneyd el-Bağdâdî, tasavvufu şöyle ta’rif etmiştir:

“Tasavvuf; Hakk’ın, seni senden (nefis ve irâdenden) öldürüp, kendi­siyle diriltmesidir.”

Bu ta’rif, yukarıda zikrettiğimiz: “Sûfî eşyâdaki tasarruflarında nefsiyle değil, İlâhî irâdeyle haraket eder.” sözümüzle aynı mânadadır.

Fakir ve zâhid, eşyâda nefisleriyle haraket edip, kendi irâdeleriyle ondan el etek çekmiş, bu konuda kendi ilim ve anlayışları ölçüsünde haraket etmiş­lerdir. Sûfî ise; devamlı nefsini kınayıp, ilmini yeterli bulmaz, bildiklerine gü­venmez, nefsini (ve ilmini) bir kenara iterek, Rabbinin arzu ve irâdesine göre amel edip, tasarrufta bulunur.

Zunnûn el-Mısrî (rah.) demiştir ki:

“Sûfî; (dünya adına bir dâvâ ve kavgası olmadığı için) hiçbir arzu ve isteğin kendisini yormadığı, alınacak hiçbir şeyin de kendisini korkut­madığı kimsedir.”

Yine Zunnûn demiştir ki:

“Sûfîler her şeye karşı Allahu Teâlâ’yı tercih etmiş, Allah da her şeye karşı onları seçip sevmiştir.”

Onların, Allah’ın ilmini kendi ilimlerine, O’nun irâdesini de kendi irâdeleri­ne tercih etmeleri bu anlayışlarına dayanmaktadır.

Ariflerin birisine: “İnsanlar içinde kiminle arkadaşlık yapayım?” diye soru­lunca: “Sûfîlerle arkadaşlık et. Çünkü, onlar, yaptığın hatalar için ma’zur gö­recek bir özür kapısı bulurlar. Yapacağın büyük işler için de seni övüp yük­seltmezler ki kendini beğenip ucba düşesin.” demiştir.

Bu anlayış ve ilim, fakir ve zâhidlerde bulunmaz. Çünkü zâhid, dünyayı terketmiş olmayı gözünde çok büyütür, onu elde tutmayı da çirkin görür. Fakr’ı benimseyenler de böyledir. Bu, onların anlayışlarının darlığından ve sâhip oldukları ilmin dar hudutları içinde tıkanıp kalmalarından ileri gelmekte­dir.

Sûfîlerin birisi demiştir ki:

“Sûfî; iki güzel hâl ve güzel huy ile karşılaştığında, bunlardan daha güze­lini seçebilendir.”

Fakir ve zâhîd, iki güzel huy arasındaki farkı tam olarak kavrayamazlar.

Bilakis, hangisi dünya malını ve meşgalesini terketmeye sevkediyorsa, onu seçerler; bu tercihi de o anda sâhip oldukları ilimle yaparlar.

Sûfî ise; Rabbîne ilticasındaki sadâkati, O’na güzelce yönelmesi, huzur-ı ma’nevisinde elde ettiği nûr ve o huzura giriş çıkıştaki sâhip olduğu edeble, yüce Rabbini bilmesi, O’nunla zâtına lâyık bir şekilde konuşup sohbet etme­si sayesinde karşılaştığı şeylerin Allah katında en güzel olanını seçer alır ve onun peşine düşer.

Rüveym demiştir ki:

“Tasavvuf; nefsi, Allahu Teâlâ’ya, O’nunu dilediği şekilde tâbi ve tes­lim kılmaktır.”

Amr b. Osman el-Mekkî demiştir ki:

“Tasavvuf; kulun her zaman, o vakitte yapılması en iyi olan şeyle meşgul olmasıdır.”

Sûfîlerden birisi de:

“Tasavvufun evveli ilim, ortası amel, sonu da Allahu Teâlâ’dan gelecek İlâ­hî hibe ve ikramlara nâil olmaktır.” demiştir.

Bu konuda denilmiştir ki: “Tasavvuf; toplu halde zikretmek, dinleyip vecde ermek, emre uyup amel etmektir.”

Ayrıca: “Tasavvuf; külfeti (zorlamayı) terketmek ve rûhu (aşkla) Allah yo­luna fedâ etmektir.” denilmiştir.

Sehl b. Abdullah demiştir ki:

“Sûfî; kalb kirinden ve karışıklığından kurtulmuş, kafası ve kalbi te­fekkürle dolmuş, beşerden kopup Allah’a bağlanmış, gözünde toprak ile altın eşit hâle gelmiş kimsedir.”

Sûfîlerden birisine: “Tasavvuf nedir?” diye sorulunca, şöyle cevap vermiş­tir:

“Tasavvuf; kalbin insanlara uymaktan kurtulması, tabiattaki kötü huylardan sıyrılıp beşerî sıfatların te’sirini yok etmek, nefsânî arzular­dan sakınmak, rûhânî sıfatlara bürünmek, hakikat ilmine bağlanıp Rasû- lullah’ın (s.a.v) yoluna uymaktır.”

Zunnûn el-Mısrî demiştir ki: “Şam civarında bir kadın gördüm;

“Nereden geliyorsun?” dedim.

“Geceleri yanlarını yataktan ayırıp ibâdetle meşgul olan bir topluluğun ya­nından.” dedi.

“Nereye gitmek istiyorsun?” dedim.

“Herhangi bir ticâret ve alış-verişin kendilerini Allah’ın zikrinden alıkoyma­dığı erlerin[5] yanına.” diye karşılık verdi.

“Bana onların hâlinden bahseder misin?” deyince, şu mânadaki beyitleri okudu: Bir kavim ki; niyetleri bağlanmıştır Allah’a,

Onlar için yoktur bir dert yükselecek ağyâra.

Sâhibler Mevlâ’dır onların tek arzuları.

O Samed ve Vâhid için ne güzel tutkuları.

Ayırmadı onları dünya yâhut bir şeref;

Taamlar ve lezzetler evlâd değildir hedef.

Takılmadı gözleri güzel hoş giysilere;

Ne de ruhları aktı sürür dolu yerlere.

Durmadan yarıştılar kendi menzillerinde;

Gün be gün yaklaştılar o Yüce Sevgiliye.

Zâhirde insanlardan ayrılmış görünürler,

Ruhları arşta gezer, orada gezinirler...”

Cüneyd el-Bağdâdî demiştir ki:

“Sûfî toprak gibidir; iyileri ve kötüleri üzerinde taşır. Bulut gibidir; herkesi gölgelendirir. Yağmur gibidir; herkes ondan istifâde eder.”

Yine Cüneyd demiştir ki:

“Sûfî; içine her türîü pislik atıldığı halde, ondan hep güzel şeyler çı­kan toprak gibidir.”

Sûfîlerin, tasavvufun mânası ve mâhiyeti hakkında söylediği sözler bini geçmektedir. Hepsinin nakli uzun sürer. Ancak bunların hepsinin ortak

yönünü ifâde etmek istersek şöyle diyebiliriz:

“Sûfî; devamlı kalb temizliği ile uğraşan kimsedir. O, dâima nefsin çirkin sıfatlarından sıyrılarak, vaktini kötü ve mâlâya’ni şeylerden arındırmakla meşguldür. Onun bu tasfiyesine, Mevlâsına karşı dâima boynu bükük (fakr) hâli de destek olur. Bu hâle devam ederek günah kirlerinden temizlenir. Her ne vakit, nefsi harakete geçip nefsânî sıfatlarından biriyle ortaya çıkacak ol­sa; sûfî onu uyanık basiretiyle derhal farkeder ve nefisten kaçıp Allah’a sığı­nır. Kalb temizliğine devam ede dede “cem”’7 hâlini bulur. Kalbin dağılıp ka­rışmasının da nefsin hareketiyle olduğunu görür. Böylece, devamlı Rabbine sığınarak kalbini tehlikeden korur, bu şekilde nefsini de kontrol altında bulun­durur.

Allah Teâlâ, bir âyet-i kerimede:

“Ey imarı edenler! Allah için hakkı ayakta tutan hâkimler ve adâletle şâhitlik eden kimseler olun!”[6] [7]

Allah için adâletle şâhitlik ancak tasavvufla gerçekleşir.

Sûfîlerden birisi demiştir ki:

“Tasavvuf; tamâmen (nefis adına) çile ve ızdıraptır. Çile ve ızdırap bulun­mayınca (nefis rahat olunca) tasavvuf gerçekleşmez.”

Bu sözdeki sırr şudur: Rûh devamlı İlâhî huzura doğru cezbedilip çekilir. Yani sûfînin ruhu hep İlâhî yakınlığa can atar ve o tarafa çekilir. Nefis ise aşa­ğı çökme özelliği ile kendi âleminde (dünyevî lezzet ve şehvet içinde) kalmak, gerisin geri dönmek ister. Bunun için sûfî, devamlı boynunu büküp Cenâb-ı Hakk’a sığınmak, hep uyanık olup nefsin hareketlerini kontrol altına almalıdır.

Bu mânaları anlayan kimse, tasavvuf hakkında değişik ifâdelerle anlatılan şeylerin hepsini kavramış olur.

[1]  Suyûtî, Câmius'-Sağîr, II, 432. (Had. No: 7447)Bakara, (2),273.

[2]  Bakara, (2),273.

[3]  Ebu Dâvud, İlim, 13; Tirmizi, Zühd, 37; İbnu Mâce, Zühd, 6; Dârimî, Rikak, 118; Ahmed, Müsned, II, 296, 343

[4]  Enfâl, 43.

[5]  Nûr (24), 37.

[6]  Cem': Kalbin toparlanması, dağınıklığın gitmesi, tamamen Allah’a yönelip, her şeyin (irâde ve yaratmanın, men ve ihsanın) O’nun irâdesinde olduğunu görme.

İnsan yaratılmış varlıklar arasında mükemmel bir yaradılışa sahiptir. Allah’ın sıfatlarından tecelliler taşımaktadır. Kur’an-ı Kerim’in insanla ilgili birkaç ayeti şöyledir: Meleklere hitaben şöyle deniliyor: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin.” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72) “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) “Allah sizi yeryüzünde halife yaptı.” (En’am, 6/165) “Gerçekten insanoğlunu şerefli/kerim kıldık.” (İsra, 17/70)

Bu ayetlerde insanın ilahi, sermedi, lahuti ve batıni bir yönünün bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Elbette insanın eksikliğini, yetersizliğini, isyankarlığını, nankörlüğünü, zayıflığını vs. vurgulayan ayetler de vardır. “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28) “Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır.” (Mearic, 79/19) vb. Ancak tasavvuf geleneğinde, özellikle de vahdet-i vücud anlayışında, insanın daha çok birinci sırada zikredilen özellikleri öne çıkarılarak bir insan-ı kamil anlayışı geliştirilmiştir.

Hallac-ı Mansur, “Allah Adem’i kendi suretinde yarattı” hadisinden yola çıkarak, Allah’ın kendi nefsinde, kendisi için tecelli ettiğini söylemiştir. Bu tecelli ile Allah, kendi isim ve sıfatlarının hepsini kuşatan suret vücuda getirmiştir. Hallac’ın bu anlayışı daha sonra İbn Arabi’nin insan-ı kamil düşüncesine zemin hazırlamıştır. İbn Arabi’ye göre insan-ı kamil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır, insan-ı kamil, maddi ve manevi bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.

İnsan-ı kâmil mutlak anlamda birdir ve o da Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Henüz adem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyye’dir. Onun yolundan giden veliler ise Hz. Muhammed’in vekilleri olmaları hasebiyle insan-ı kamil olarak adlandırılırlar.

Ruhani, cismani, akli, duyulur (hissi) ve hayali tüm alemler insan-ı kamilde dürülmüştür.

Bu alemlerin unsurlarını kendisinde barındırmaktadır. Zira insan suret yönünden küçük alem (mikrokozmoz) olmakla beraber, mana yönünden büyük alemdir (makrokozmoz). Nitekim Hz. Ali bu hususta şöyle demiştir: “Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, halbuki alem-i ekber sensin ve o sende gizlidir.”

Mesela on sekiz bin alemin bir havan içinde dövüldüğü, macun yapıldığı ve bu macundan bir şey oluşturulduğu farz edilse bu oluşturulan şey insan-ı kamil olurdu. İnsan-ı kamil on sekiz bin alemi on sekiz bin gözle seyreder. Her bir aleme girer ve girdiği alemi o aleme uygun bir gözle seyreder. Hissedilirler alemini duyu gözüyle, akledilirler alemini akıl gözüyle, manaları yani ruhlar alemini kalb gözüyle seyreder. İnsan-ı kamil için mülkte, melekutta ve ceberutta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir.

Mertebeler ve alemler birbirinin aynasıdırlar. Lahutun aynası ceberut, ceberutun aynası melekut, melekutun aynası mülktür. Bütün bu alemlerin aynası ise insan-ı kamildir. Çünkü insan-ı kamil Allah’ın halifesidir ve Allah’ı gösteren aynadır. İnsan-ı kamil hem ilahi hem de aleme ait bir aynadır. Yani insan-ı kamil kendisinde bütün varlık mertebelerini toplamıştır. Bundan dolayı insan-ı kamilin varlığı hem Hakk’a hem de halka ayna vazifesi görür.

Hz. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled hazretleri buyurur:

“İnsan bedeni Hakk’ın dükkanıdır. İçinde Rahman’ın sıfatları vardır. Az olsa bile bu sıfatlar aydınlatıcıdır. Bu azdan çoğa doğru seyret!”

Hakk her insanın varlığına hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelam vb. gibi sonsuz sıfatlarından bir miktar koymuştur. Böylelikle insana azdan çoğu istidlal edebilme yeteneği vermiştir.

Arifin kendi hakikatini tanıması demek insan-ı kamil olmak demektir. İnsan-ı kamil, ilahi tecellilerin temsilcisi olduğu için onu tanımak Allah’ı tanımak demektir. Bu yüzden tasavvufi muhitlerde: “Kendini bilen Rabb’ini bilir” hadisi yaygınlık kazanmıştır.

Salik, insan-ı kâmil mertebesine ulaşınca mutlak olan Hakk’a ayna olur.

Kendisine ne yönden tecelli gelirse o tecelliyi tahsis etmeksizin ve kayıtsız yani gelen tecelliyi hiçbir şeyle sınırlanmamış bir biçimde kabul eder.

İşitmesi, Allah’ın işitmesi…

Görmesi, Allah’ın görmesi…

Konuşması, Allah’ın konuşması…

Hayatı, Allah’ın hayatı…

İlmi, Allah’ın ilmi…

İradesi, Allah’ın iradesi…

Kudreti, Allah’ın kudreti…

Evet…Görür ve anlar ki kendinde bulunan bütün bu duygular, asaleten yüce Allah’ındır. Yine bilir ki kendindeki o duyguların cümlesi; bir mecaz, bir ariyet, emanet olarak kendinde. Hem hakikat yönünde hem

Tasavvuftaki kamil insan anlayışında:

a) Hiçbir insan Allah mertebesine çıkamaz ve O’nun niteliklerini elde edemez.

b) Hakikat-ı Muhammediye dahil olmak üzere, ilk taayyün seviyesinde bile olsa, Allah’tan başka her şey yaratılmıştır.

c) Abd ve mabud ayırımı yapılarak kişinin hiçbir seviyede ilahlaşma iddiasına kapılmaması, dolayısıyla ibadetten uzak durmaması gerektiği vurgulanmıştır.

İnsan-ı kâmil olmayı istemekle insan-ı kâmil olunmaz. Sufilerin anlayışına göre her insan, insan-ı kâmil olabilmek için bazı kabiliyetler taşır. Hakk Teala herkese bu kabiliyeti vermiştir. Bu kabiliyetlerini tasavvuf terbiye usullerine göre geliştirenler, o makama adaydır. Ancak kusur kişinin kendindedir ki, istidadını ziyan eder. Kendini bir kamil mürşide teslim edip ve onun ahlakıyla ahlaklanıp sen de bir insan ol.

Hakk Teala hepimize bu mertebeye erişmeyi ihsan eylesin.

İnsan yaratılmış varlıklar arasında mükemmel bir yaradılışa sahiptir. Allah’ın sıfatlarından tecelliler taşımaktadır. Kur’an-ı Kerim’in insanla ilgili birkaç ayeti şöyledir: Meleklere hitaben şöyle deniliyor: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin.” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72) “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) “Allah sizi yeryüzünde halife yaptı.” (En’am, 6/165) “Gerçekten insanoğlunu şerefli/kerim kıldık.” (İsra, 17/70)

Bu ayetlerde insanın ilahi, sermedi, lahuti ve batıni bir yönünün bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Elbette insanın eksikliğini, yetersizliğini, isyankarlığını, nankörlüğünü, zayıflığını vs. vurgulayan ayetler de vardır. “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28) “Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır.” (Mearic, 79/19) vb. Ancak tasavvuf geleneğinde, özellikle de vahdet-i vücud anlayışında, insanın daha çok birinci sırada zikredilen özellikleri öne çıkarılarak bir insan-ı kamil anlayışı geliştirilmiştir.

Hallac-ı Mansur, “Allah Adem’i kendi suretinde yarattı” hadisinden yola çıkarak, Allah’ın kendi nefsinde, kendisi için tecelli ettiğini söylemiştir. Bu tecelli ile Allah, kendi isim ve sıfatlarının hepsini kuşatan suret vücuda getirmiştir. Hallac’ın bu anlayışı daha sonra İbn Arabi’nin insan-ı kamil düşüncesine zemin hazırlamıştır. İbn Arabi’ye göre insan-ı kamil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır, insan-ı kamil, maddi ve manevi bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.

İnsan-ı kâmil mutlak anlamda birdir ve o da Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Henüz adem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyye’dir. Onun yolundan giden veliler ise Hz. Muhammed’in vekilleri olmaları hasebiyle insan-ı kamil olarak adlandırılırlar.

BİR CEVAP YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *