14 Aralık 2023, 00:25 tarihinde eklendi

Seyri sülük

Seyri sülük

Melekler şöyle demiştir: ‘Her birimizin bilinen bir makamı vardır’ (es–Saffat, 37/164). İnsan ve cinler dışındaki her varlık böyledir. İnsan ve cin ise kendi makamlarında yaratılmış olsa bile, bu iki sınıfın Allah’ın ilminde belirli ve takdir edilmiş, fakat kendilerinden gizlenmiş makamları vardır. İnsan ve cinlerden her birey, nefesi bittiğinde o makama ulaşır. Herkesin son nefesi, üzerinde öldüğü bilinen son makamdır. Bu nedenle onlar, sülûk etmeye davet edilmiştir. Böylece insanlar ve cinler, şeriatin davetine uyarak yukarıya doğru, ancak gerçekleştiğinde öğrenebildikleri yönden iradi emre uyarak ise aşağıya doğru sülûk ederler.” (İ. Arabî Fütuhat-ı Mekkiye)

İslam tasavvuf kaynaklarında genel tanımı aynı olmasına karşın seyr-i sülûk, muhteviyatı ve meratibi itibariyle tarikatlarda farklılıklar göstermektedir. Bu da yolların, meşreplerin veya meratiplerin farklılığından kaynaklanmış olsa da işaret ettikleri erek özünde aynıdır.

Mahlûkatın nefesleri sayısınca Hakk’a yol vardır ( İ. Arabî).

Seyr, Arapça (         ) s y r kökünden sayr (bir yol izleme, gezi, yolculuk), seyir (izleme, temaşa), seyyar, seyyare (gezgin), siyer (ahlak, menkıbe, hayat hikâyesi), siyar (siretler, manevi yol), sülûk ise (             ) s l k kökünden sulūk (bir yola veya mesleğe girme, gidiş, davranış, hal ve hareket), salaka (bir yola girdi, seyahat etti), sâlik (yolcu, yol yürüyen, bir tarike mensup olan), meslek (yol, rota, yöntem, hayatta tutulan yol) gibi kavramların türetilebileceği anlamları işaret eder.

Seyr-i sülûk, Lütfi Filiz’in Noktanın Sonsuzluğu isimli eserinde “insanın kendini öğrenme safahatı”na verilen ad olarak tanımlanmakta ve sadece insana has bir keyfiyet olmadığı, her şeyin bir serencam geçirdiği, serencamın hareket; hareketin ise bir seyr-i sülûk olduğu söylenmektedir. Başka bir tabirle, hayatın kendisi bir seyr-i sülûktur.

Tasavvuf geleneğinin Kuran ve kudsi hadislere dayandırarak mertebelendirdiği seyr-i sülûk—dört kapı kırk makam veya seyr-i nüzûlî, seyr-i urûcî şeklinde, ilmel yakin, ayn-el yakin ve hakk-el yakin olarak yakin mertebeleri veya tevhid-i efal, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat ile tevhid mertebeleri olarak tanımladığı süreç—özünde safiyet, irfaniyet ve aşk olarak da karşılanmıştır. 

Gezme, gezinme, temâşâ etme mânâlarına gelen seyr kelimesiyle; bir yola girme, bir kimseyi veya bir yönü takip etme, bir düşünce ve bir sisteme bağlanma anlamındaki sülûk sözcüğünden mürekkep olan seyr-i sülûk’un diğer bir ifadesi, “belli bir usul dairesinde vuslata erebilmek için Kuranî ahlâkla ahlâklanmanın unvanı” olagelmiştir.

Seyr-i sülûk’un iki yönü, iki farklı yol olarak da tanımlanmıştır: birincisi “Nefsini bilen kendini bilir”, ikincisi ise “Rabbini bilen nefsini bilir” şeklindedir. Birinci yolda, kendini bilen Rabbini öğrenmiş olur, ikinci yolda ise önce Rabbini öğrenip oradan kendini bilir hale gelir. Birinci yola “Halktan Hakk’a çıkış”, ikinci yola ise “Hakk’tan Halka iniş” denmiştir.

İlâhî tecelliler ve sâlikin bu tecellilere mazhariyeti açısından seyr iki şekilde mütâlâa edilegelmiştir: seyr-i nüzûlî ve seyr-i urûcî.

Seyr-i nüzûlî: Mukayyed ve mümkün olan varlığın zuhur etmesi için, mutlak ve vacib olan vücudun tecelli ve feyiz ifâzası mânâsına bir seyirdir ki, küllî dairede Vâhidiyet-i Hakk’ın, cüz’î dairede de Hazreti Ehadiyet’in bî kem u keyf kesret ufkuna nüzûlünden ibarettir. Buna Vacib’in imkân mertebelerine, Mutlak’ın mukayyed dairelerine doğru bir inbisât-ı tecelli ile inkişaf ve zuhuru da diyebiliriz. Bu seyir, taayyün-i evvelden, “Allah’ın ilk yarattığı Benim nurumdur” mertebesine, ondan da topyekûn kâinat ve insan mertebelerine kadar süren bir tecellidir.

Seyr-i urûcî ise; varlık ağacının en câmi meyvesi olan insanın, upuzun bir seyr-i sülûk-i ruhaniyle yeniden irade, his, şuur ve latife-i Rabbaniye uğrunda kaynağına ve menziline yönelerek, Hazreti Vacibü’l-Vücud’un ziyâ-i vücudunda beden ve cismanî arzular itibarıyla tamamen yok olmasıdır ki, mebde’den müntehâya, seyr unvanıyla dört mertebede bu yolculuğu tahlil etmeye çalışacağız

Birinci mertebe: Seyr ilallah mertebesidir ve Hakk’a yürümenin başlangıcı olması itibarıyla buna sefer-i evvel de denir ki, Müsemmâ-yı Akdes de diyebileceğimiz Hazreti Zat mülâhazası mahfuz, ef’âl âleminden isimler ufkuna, sonra da bu isimlerin gölgesinde mebde-i taayyün olan isme ulaşmakla nihayet bulan bir yolculuktur. Bu seyahat ister sülûk unvanıyla seyr-i afakî olsun, ister cezbe namıyla seyr-i enfüsî şeklinde tecelli etsin, yolculuk sona erince sâlikin kalbinden mâsivâ alâkası büyük ölçüde silinir gider ve Hakk yolcusu kendini fenâ fillah gel-gitleri içinde bulur ki, erbabı bu mazhariyete vilayet-i suğrâ diye gelmişlerdir.

İkinci mertebe: Seyr fillah mertebesidir ve yine bir hamle hazırlığı ihtiva ettiğinden dolayı da buna ikinci yolculuk mânâsına sefer-i sânî dendiği gibi cem’ de denmiştir ki—fâni, bâki gerçeği mahfuz—sâlikin beşerî sıfatlardan tecerrütle ilâhî sıfatlarla vasıflanması, istidadı ölçüsünde esmâ-i ilâhiyeyi temsil ile Kurân ahlâkıyla tahalluk ederek—buna Allah ahlâkı da diyebiliriz— ufk-i âlâ’ya ulaşmasıdır ki, bu yolculuğun son konağına erenlere büyük ölçüde varlığın perde arkası inkişaf eder ve onların gönüllerine ilm-i ledün akmaya başlar ve Hakk yolcuları isimler, sıfatlar, zâtî şe’nler âlemlerine ait mârifet şuâları karşısında eriye eriye nisbet-i tâmmenin zuhuruna ererler ki, böyle bir mazhariyete de bekâ billâh denegelmiştir.

Üçüncü mertebe: Seyr maallah ve diğer namıyla sefer-i sâlis veya fark maa’l-cem’  mertebesidir ki, bir vâsıl için bu mertebede bî kem u keyf sadece O görülür, O bilinir, O duyulur, her yanı O’nun marifet nurları sarar ve âdeta sübühât-ı vech her şeyi siler de her tarafta “Artık yeryüzünde olan her nesne fena bulmuş ve sadece senin Rabbinin Zâtı bekâsını devam ettirmektedir,” (er-Rahman, 55/26-27)  hakikati nümâyan olmaya yüz tutar. İşte bu ölçüde, Hakk erinin nazarında bütün zıtların yok olduğu böyle bir mertebenin nihayeti de aynü’l-cem’ unvanıyla yâd edilir.

Dördüncü mertebe: Seyr anillah mertebesidir; bu seviyedeki seyr’e sefer-i râbi’ dendiği gibi telvin ba’de’t-temkin de denegelmiştir. Bu pâyeyi ihraz eden bir vuslat eri, vahdetten sonra, yine vahdet yolunda, yeni yorumlarla kesrete yönelir. Diğer bir tabirle, vahdet ve izâfî vuslatta duyup zevk ettiği mânevî hazlarını başkalarına da duyurmak, başkalarını kurtarmaya, hazîretü’l-kuds’e yükseltmeye, erdiklerine erdirmeye, gördüklerini gördürmeye başlar. Mütehayyirleri ufuk ötesine irşâd etme, talipleri terbiye, râğipleri itminana ulaştırma, yoldakilere rehberlikte bulunma, zulmette bocalayıp duranlara nur gösterme, nura ermişleri mârifetle şahlandırma, mârifet şehsuvarlarını da zevk-i ruhanî yamaçlarında koşturma mefkûresiyle gerçekleşebilen böyle bir Hakk’tan halka rücû, peygamberlerin has çıraklarına mahsus bir hâldir ve ilk donanımla teklif arasındaki tenasübe de iyi bir örnektir. Bu yüce payeyi, bazı tasavvuf erbabı bekâ billâh maallah veya fark ba’de’l-cem’ şeklinde isimlendirmişlerdir.

Bu ufka erenler, vahdeti kesrette, kesreti de vahdette görür, tek yüzlü iki derinliği birden yaşar, kendi maiyetiyle beraber, maiyete taşıdıklarının lezzat-ı ruhanîsiyle her lâhza ayrı bir vuslata bismillah der, ne iltibas, ne şatahat ne de naz, niyazla oturur kalkar ve sürekli temkin soluklar. İlallah’ta fillah esintilerini duyar; maallah’ta minallah veya anillah gerçeğini müşahede eder, hem vâcid yaşar, hem fâkid bulunur, hem mehcûr görünür, hem vâsıl bulunur ve kurb-bu’du bir arada duyar.

Başta ifade edildiği üzere seyri sülûk, her anlayışın kendi meratibi, meşrebi ve neşvesiyle kelâma intikal ettiğinden her yol kendine münhasır bir seyranın siyeri olmuştur. 

BİR CEVAP YAZ

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Doldurulması zorunlu alanlar işaretlendi *