Bütün kamil mürşidlerin tek derdi müridine seyri sülük yaptırarak müridin de gayreti ve mürşidinin vermiş olduğu talimatlara derslere uyarak nefis mertebelerini sırası ile geçerek zirve yaptırmaktır. Fenafillah mertebesine ulaşan bir nefis mutmain olur seyir eder hem dünyada hemde ahirette mutluluğa erişir ölmeden evvel ölünüz hadis i şerifine mazhar ettirilir yeterki mürid yani salik uyanık olsun, Onlar müridlerini Allahu Tealâ’nın bir emaneti olarak alırlar ve terbiye edip ilahi huzurda emaneti sahibine teslim ederler. İşte bütün tasavvuf terbiyesinin hedefi ve kazancı budur. Nasibi olanlara…
Halk bilsin veya bilmesin, Allahu Tealâ biliyor ve bildiriyor ki, peygamber ve ariflerin işi kulları Allah’a kul etmektir.
Hiç bir peygamber ve veli, kendisinin yüceldiğini ve kulluk vasfından çıktığını söylememiştir. Hiç bir peygamber ve veli, insanları kendisine kulluk etmeye çağırmamıştır, çağırması düşünülemez de.
Cenab-ı Hak, onlar hakkında şu şahitlikte bulunuyor: “Allah Tealâ’nın, kendisine kitap, hüküm ve nübüvvet verdiği hiç bir kimsenin (bundan sonra kalkıp da) insanlara: ‘Allah’ı bırakıp bana kul olun!’ demesi hak değildir. Fakat onlar insanlara: ‘Şu okuduğunuz kitap ve öğrendiğiniz hakikatlerin gereği, Rabbanî olun (Yüce Rabb’in adamı olun)’ derler. Onlar size: ‘Melekleri ve peygamberleri ilahlar edinin’ diye de emretmezler. Siz müslüman olduktan sonra hiç size küfrü emrederler mi?” (Âl-i imran/79-80)
Allahu Tealâ kulları ile kendi arasına peygamberini koymuş ve aklı başında olan bütün insanlara: “Beni seven kimse, peygamberime uysun” (Âl-i İmran/30) “Biz her peygamberi ancak kendisine itaat edilsin diye gönderdik. Ona uyarsanız bana uymuş olursunuz.” (Nisan/64-79) diye ferman buyurmuştur.
Peygamberler dahil hiç kimsenin, şahsından kaynaklanan ve insanlara itaatı gerektiren bir yetkisi yoktur. Bütün hüküm ve yetki, alemlerin sahibi Yüce Allah’a aittir. Hayat ve hidayet O’nun elindedir. Bizler Rabbimizin emri üzere O’nun Peygamberine ve dostlarına tabi oluruz. Onları sevmemizin ve kendilerine tabi olmamızın tek sebebi, kendilerinin Allahu Tealâ’nın emir ve hükümlerini uygulamada örnek olmaları ve önder seçilmeleridir. Onlar, her namazımızda Fatiha içinde: “Allahım! Bizi, kendilerine özel nimetler verdiğin dostlarının yoluna ilet ve o yolda sabit tut!” duasıyla kendileriyle beraber olmak istediğimiz kimselerdir. Bu beraberliği Yüce Rabbimiz istiyor.
Şimdi, böyle bir vazife ve yetkide olan kimseye Allah için tabi olmayı, onun hak yolundaki emir ve tavsiyelerini tutmayı, Allah ile kul arasına birilerini koymak diye tanıtanlar, kendi nefislerine ve hislerine tapanlara ne diyecekler? Takva ve edebiyle diğer insanların Hakk’a yönelmesine vesile olan bir Allah dostunu müşriklerin putuna benzetenler ve onları sevmeyi şirk diye gösterenler, neyi ve kimi sevmemizi tavsiye ediyorlar? Yoksa, Allah’tan gayri hiç bir varlığın vücudunu var kabul etmeyelim mi? Peygamberimizi, Kur’an’ı, ashabı, alimleri, velileri, anne ve babamızı, mümin kardeşlerimizi sevmeyelim mi?
Allahu Tealâ ile olan iman bağımızı kuvvetlendiren, bizi takva ve edebe sevkeden kamil mürşidler, Rasulullah (A.S.) Efendimizin varisleridir. İşleri yeni bir din getirmek değil, son din olan İslam’ı yaşamada insanlara önderlik yapmak ve örnek olmaktır. Müfessir Kadı Beydavi, Allah’ın halifesi olan bu seçkin zatların vazife ve yetkisini şöyle belirtir: “Allah Tealâ halifeye ihtiyacından değil, kulların vasıtasız olarak ilahi feyzi kabulde ve ilahi emirleri elde etmedeki kusurlarından ve arada vasıtalara muhtaç olduklarından dolayı, kullarından bazılarını seçip kusurlu olanların terbiye ve arındırma işini onlara yüklemiştir. Allah’ın halifelerinin yaptığı da budur. Allah Tealâ’dan aldıkları nur ve ilahi şuuru kendi cinslerine aktarırlar.”
Mürşid Allah’ın Ortağı Değil, Şahididir
Allahu Tealâ, varlığına ve birliğine kendisi şahitlik ettiği gibi, meleklerini ve ilim ehlini de şahit olarak göstermiştir. (Âl-i İmran/18) Bu, ne büyük bir vazife ve güzelliktir!
Seyyid Ebu’l-Hasen en-Nedvi’nin belirttiği gibi, Hz. Peygamber’den (A.S.) sonra yeni bir peygamber gelmeyeceği için, Allah Tealâ dini yenileme işini o peygamberin ümmetinin kamil fertlerine yaptırır. Onların ihlaslı çalışmaları ve manen diriltici nefesleriyle din sevgiyle yaşanmaya başlar; kalplerde bir canlılık meydana gelir ve inananlarda yeni bir hayat doğar.
Nur ve feyiz ile gerçekleşen terbiyeye Kur’an’da “tezkiye” denir. Tezkiye, manevi temizlenme, kalbin şirk, küfür, isyan, kötü ahlak ve gafletten temizlenmesidir. Hz. Peygamberin (A.S.) temel vazifesi bu idi. (Âl-i İmran/161) Kendisine varis olan bir velinin, Allah’ın izniyle yapacağı temel görev de budur.
Mürşidlerin işi, müridi nurlu nazar ve nezaret altında tutup, nefis ve şeytan düşmanlarının şerrinden muhafaza etmektir. Mürşide yapılan rabıta, kalbi boş işlerden toplamak içindir. Mürşidin müride teveccühü, onun üzerine ilahi rahmet, inayet ve muhabbeti çekerek kalbini kuvvetlendirmek, bedenini harekete geçirmek ve ibadete sevketmektir. Rabıta yoluyla kalbini hayırda ve zikirde toplamasını öğrenen bir mürid, eğer kabiliyetini geliştirir ve bütün eşyada yansıyan ilahi tecellileri seyreder bir hale ulaşırsa, mürşid aradan çıkar ve onu ilahi tecelliler ile başbaşa bırakır. Esasen müridin önünde zuhur eden en açık ilahi tecelli, elinden tuttuğu kamil insandır. Onun için ilk rabıta ona yapılmaktadır.
Rabıta, Allah ile kul arasına birisini koymak değil, Allahu Tealâ’nın önümüze koyup zatına ayna ve şahid yaptığı bir dostunda zuhur eden ilahi nur, tecelli, sevgi, edeb ve güzelliğe gönlü bağlamak ve ondan kalbe feyiz ve nur aktarmaktır. Güneşe bakan bir kimsenin hem ısınıp hem aydınlandığı gibi, ilahi zikir ve nur içinde yüzen bir veliyi seyretmek de kalp üzerinde aynı etkiyi yapar. Bu nura karşı gözünü yuman ve sırtını çeviren kimseyi ise karanlık sarar.
Şu örneklerdeki incelik ve eğitime iyi dikkat edelim:
Büyük veli Şah-ı Nakşibend (K.S.), seçkin müridi Hace Alaeddin Attar’ı yanıbaşına oturtur, sık sık kendisine yönelirdi. Bunun sebebini soranlara:
“Onu kurt kapmasın diye yanıbaşımda oturtuyorum. Çünkü nefis daima pusudadır, kalbe saldırmak için fırsat kollar. Benim sık sık ona yönelişim, kendisini ilahi tecelli ve ihsanlara mazhar kılmak içindir.” cevabını verdi. (Şeyh Safi)
Şah-ı Nakşibend Hz.’lerinin huzurunda bir müridi rabıta ve murakabe halindeydi. Bir ara ilahi tecelliler zuhur edip, kendinden geçti. Mürid, halâ mürşidine yönelmeye çalışıyordu. Şah-ı Nakşibend Hz.’leri durumu farketti ve müride: “Bizi bırak, o hale yönel; rabıtadan gaye işte budur.” diye uyardı. (A. Arvasî)
Hace Alaeddin Attar (K.S.), mürşidin rabıta yoluyla müridi nereye ulaştıracağını şöyle belirtir:
“Hakikatte mürşid de Allahu Tealâ’dan gayri bir varlıktır. Onu da kalpten çıkarıp tamamen Allah’a yönelmek gerekir. Ancak, mürid işin başında kalbini dağınık düşüncelerden toplamak durumundadır. Kalbin, boş şeyleri terketmeye kabiliyet kazanması ve olgunlaşması için, işin başında sadece mürşidine bağlanması gerekir.” Bu sözü açıklayan Raşahat sahibi Şeyh Safi (K.S.) der ki:
“Müridin en önemli işi kalbini ilahi hakikatın aynası olan mürşidine bağlamaktır. İlk olarak mürşide yönelmek, fena makamına ermeyi ve ilahi cezbeye ulaşmayı temin eder. İlahi muhabbet ve cezbesiz yol alınmaz. Mürid ilk halinde buna muhtaçtır. Ancak manevi terbiyenin sonuna gelenler, artık mürşidi aradan çıkarabilirler. Çünkü sona gelenler, hakikate varmış demektir. Bundan sonra her şey ona, mürşidi gibi ilahi güzellikten bir ayna haline gelmiştir. Her şeyde Cenab-ı Hakk’ın kudret ve tecellilerini seyredebilir.” (Raşahat) Şunu da ekleyelim ki, müridin bu hale ulaştığını nefsi değil, mürşidi tespit eder ve bu seviyeye gelen müridi tebrik edip, dua ile ölene kadar destekler.
BİR CEVAP YAZ